17 Ocak 2014 Cuma

Aile Çiftçiliği ve Toprak Reformu


Bu seneyi Birleşmiş Milletler ve FAO “Aile Çiftçiliği Yılı” ilan ettiler. Aile Çiftçiliği meselesi yoksulluk, kalkınma ve kaynakların korunup, doğru tüketilmesi hususlarında çok kritik bir yere sahip. Ülkemizin sürdürülebilir kalkınma yolunda pek önemli hedefleri olmasa da biyo-çeşitliliği nispeten yüksek olan coğrafyamızın kendine has pek çok tadını korumak, bunları da yerel ve uluslararası pazarlara sunarak katmadeğer sağlayabilmek için mühim bir fırsat.

İşte tüm bu konularla Aile Çiftçiliği, Türkiye için son derece mühim ve kritik bir mesele. Pek tabii bu meselenin temel taşlarından bir de, yapılması zaruri olan Tarım ve Toprak Reformu.

1967 yılında Bülent Ecevit'in bütçe görüşmelerindeki konuşması aradan geçen uzun yıllara rağmen, bugün de geçerliliğini koruyan önemli referanslara, bilhassa toprak meselesinde önemli görüş ve uyarılara sahip. Bülent Ecevit'in Toprak Reformu ile ilgili savunduğu unsurlardan biri de, konumuz olan Aile Çiftçiliği ile doğrudan alakalı olan “Aile Mülkiyeti” meselesi. Ecevit, konuşmasında Aile Mülkiyeti esasının, iktisadi faydalar dışında toplumda aile birlik ve bütünlüğünün korunmasını da sağlayıcı bir etken olacağını savunuyor.

Toprak Reformu yoluyla Aile Mülkiyeti'nin sağlanması ile beraber oluşabilecek aile işletmelerinin devlet tarafından desteklenmesi şart elbette. Zira unutulmamalıdır ki, bu tür işletmeler aynı zamanda pek çok endüstriyel faaliyete de kaynak sağlamaktadır. Bu tür aile işletmelerinin başarısı hakkında önümüzdeki en önemli örneklerden biri de şüphesiz ki Hollanda'dır.

Bu şartların sağlanamaması da ülkemizde iktisadi bakımdan ağır sonuçlar doğurmuştur. Topraksız köylünün ırgat/gündelikçi olarak işlettiği toprakta yeterli verimin sağlanamaması, önemli bir sorundur. Üstelik mevcut düzende kooperatifçiliğin gelişmemiş olması da ekstradan bir negatif durum teşkil etmektedir.

DPT, bir raporunda çiftçilerimizin “gelir yönünden de öte sömürülmekte” olduğunu belirtmiştir. Topraksız köylünün sebep olduğu neticeler bir kenara az sayıda ufak topraklara sahip çiftçinin de yaşadığı ekonomik sıkıntılar , bu buhranın derecesini arttırmaktadır. Yaşanan bu durum, yıllardan beri sıhhatsiz bir göç hareketine sebep olmuştur. Toprak sahibi olamayan vatandaşlarımız ile mali zorluklarla boğuşan bir kısım ufak çaplı toprak sahibinin irade serbestisinin de kısıtlanması bir gerçektir. Bu şartlar altındaki ekonomik özgürlüklerine tam manasıyla erişememiş vatandaşlarımızın siyasi özgürlükleri de sorgulanmalıdır. Ülkemizde demokrasinin gelişimi önce toprakta demokrasi ile sağlanmalıdır. Toprak Demokrasisi hakkında Bülent Ecevit şöyle diyor :

“Halkının çoğunun geçimi, yaşamı topraktan olan bir ülkede, toprak adaleti yoksa o ülkede adalet yok demektir. Gene, halkının çoğunun geçimi, yaşamı topraktan olan bir ülkede, toprağı işleyenlerin bir kısmı, işledikleri topraklar üzerinde yarı köle durumundaysalar, o ülkede toprak demokrasisi yok demektir ve o ülkenin demokrasisi, toprağa ayak basmamış, toprağa kök salmamış, yüzeyde kalmış bir demokrasi demektir.”

Tüm bunların ışığında, Aile Çiftçiliğini etkin kılabilmemizin yolu Toprak Reformu'ndan geçmektedir. Üstelik, bu reform, sadece iktisadi değil toplumun her sathında sonuçlar doğuracak bir demokrasi adımı olarak da 90 seneyi devirmiş Cumhuriyet'imizin gerçekleştirmesi gereken en önemli başarımlardan biridir.

15 Ocak 2014 Çarşamba

Parlamenter Sistem üzerine


90 yıllık Cumhuriyet yaşantımızda parlamenter sistemi prensipte kabul etsek bile, bir türlü hakkıyla işletememiş olmamız zannediyorum ki yaklaşık olarak her 10 yılda bir yaşadığımız bunalımların en büyük sebeplerinden biri. Hatta kanaatim odur ki yine bu 90 yılda sürekli karşımıza çıkan Anayasa memnuniyetsizliğinin, yetersizliğinin en önemli dayanak noktalarından biri de, süreç içinde, Parlamenter Sistem'in doğru işleyişini bir türlü rayına oturtamamış, ideal yargı düzenini sistemle içselleştirememiş anayasalara sahip olmamız.

Yazılı bir anayasaya sahip olmayan İngiltere'ye karşın, yine demokrasi ve cumhuriyet olgularıyla bütünselleşmiş Fransa'nın bile 1789 ihtilalinden bugüne değin 18 kere değiştirilmiş/tadil edilmiş bir Anayasa'sı olması ve bu süreçte sıkça yaşadıkları bunalımlar da Parlamenter Sistem'in hakkıyla uygulanamadığı vakitlerde Anayasa'nın ne derece düzenleyici olabildiği konusunda bizi temkinli davranmaya itmelidir.

Parlamenter Sistem'in çok da sağlıklı işletilemediği ülkelerde, bilhassa Anayasa'ların verdiği haklarla Yürütme'nin, Yasama ve Yargı karşısında güçlenmesi, kuvvetler ayrılığı ilkesinin sağlıklı işletilememesi de her türlü meşruluğun sandık yoluyla aranması gibi bir sağlıksız durum oluşturmaktadır. Bu gibi durumlarda sandıktan çıkan sonucun, iddia edilenin aksine 'ulusal irade'yi yansıttığını da pek söyleyemeyiz. Zira Turan Güneş bu meseleyle ilgili şöyle bir fikir belirtiyor:

“Siyasal demokraside sandığı tanımlayan ikinci unsur, bu sandıktan çıkan iktidarın ne olduğunun bilinmesidir. Bir defa seçimden ulusal irade çıkmaz, ulusal iradenin seçtiği insanlar çıkar. Bu insanlar elbette seçmenin gösterdiği doğrultuda, bir uygulama yapacaklardır. Fakat, iki şey yapamazlar. “Biz çoğunlukta olduğumuza göre gerçeği temsil ediyoruz. O halde azınlıkta olan akımı, modeli ya da partiyi yok edelim” diyemezler. Seçmenden bu konuda yetki alamazlar...

...Ayrıca “Ulusal iradenin temsilcisiyim, ondan üstün güç olmaz, o halde ben herkesin üstündeyim” de diyemezler, çünkü hukuk devletinde her yetkinin sınırı saptanmıştır.”

Ne yazık ki parlamenter sistemi tam anlamıyla benimseyememiş ülkemizde de bu eksende bunalımları sık sık yaşıyoruz. Bu sistem eksikliğinde yaşadığımız “uzlaşma” sorunları da bu çıkmazı derinleştirmekten başka bir işe yaramamıştır.

Türkiye muhakkak ki bir gün Cumhuriyetin beşinci anayasasını da hazırlayacaktır. Bu hazırlığı da yürütmeyi yargı aracılığıyla eksiksiz bir denetim altına alabilmiş, yasama düzeninin de hakkını vermiş bir Parlamenter Sistem ile gerçekleştirmemiz zarureti vardır.

18 Kasım 2013 Pazartesi

Stephan Micus : "Dile Minnet Eylemeyen Adam"

2008 yılında Aya İrini'de verdiği konserden bir hafta sonra keşfedebilmiştim Stephan Micus'u. Pek tabii akabindeki yıllarda kendisini canlı izlemek hayatımdaki en büyük isteklerden birisi haline geldi. 2012'deki konserini ne yazıktır ki kaçırmıştım nihayetinde bu defa kaçırmadım...

Oldum olası World Music ya da Etnik Müzik janrları altında akustik tabanlı olarak icra edilen müziklere ilgi duydum. Dünyayı birileriyle paylaştığının bilincinde olmaktan olsa gerek, kullanılan enstrüman türlerinin yoğunluğu, dilleri ne olursa olsun, dünyayı paylaştığım insanların duygularını anlamaya özellikle çaba gösterdim. İşte tam burada da multi-enstrümantalist ancak bunu tek bir coğrafyaya sınırlı kalmadan Dünya'nın herhangi bir yerinden enstrümanları bir araya getirerek yapan Stephan Micus'la yolumun kesişmesi, pek çok konuda algımı değiştirdi.

Dünya üzerindeki pek çok farklı dile ait ezgileri dinleyip, biraz özümseyebilmiş insanlar için bir yerden sonra hangi dili kullandıkları pek de önemli olmuyor, zira notaları benliğinizden içre bir şekilde kabullenmeye başladıkça, onların duygularını pekala rahatça anlayabiliyorsunuz. Stephan Micus dinlemeye başlayan pek çok insanın kafasını ilk kurcalayan sorulardan biri "bu adam hangi dilde söylüyor yahu" oluyor. Micus'un tüm şarkılarını kendi uydurduğu bir dilde söylediğini öğrenmenizden ve bunu bilerek dinlemenizden sonra algınızdaki değişikliği de yavaş yavaş farketmeye başlıyorsunuz. Nesimî "Arabi Farısî bilmem dile minnet eylemem" diyerek Dünya düzenine karşı isyankar bir biçimde meramını nasıl anlattıysa, Stephan Micus'da aynı düzene isyanla 16 yaşında başladığı yolculuğuyla bizi de aynı isyana ortak ederken bu süreçte düzene karşı olan algımızı da değiştiriyor.

Pek çok yerde Stephan Micus'u "bir konserlik sürede dünya turuna yaptırabilen insan" diye tanımlıyor oluşum da yukarıda anlattığım sebeplerle. "Ocean" albümüyle bize hala yabancı bir ekosistemle harmanlanırken, "Desert of Poems" albümünde "Çöl" kavramının bize yaşatabileceği, daha doğrusu Çöl'ün kendi insanlarına yaşattığı her duyguyu bize akis ettirebilecek bir notalar silsilesiyle karşılaşıyoruz. Dünya'nın zıtlıklarını sonsuz saflığı ile bilinçaltımızda muhafaza ettirebiliyor Stephan Micus. Zannediyorum ki dünya dışı varlıklara kendimizi garip ses kayıtlarıyla değil Micus'un müziğiyle anlatmaya çalışsak, dünyamız ve insanoğlu hakkında ciddi oranda bilgi aktarabiliriz.

15 Kasım 2013 Cuma günü Salon İKSV'de iştirak ettiğim konseri hakkında pek de söyleyeceğim birşey yok. Organizasyonun veya icranın kalitesi zerre kadar umrumda değil. Dünyayı daha iyi tanımaya mücadele eden biri olarak, dünyayı benden daha iyi tanımış bir insanla multi-disipliner bir kültür alışverişinde bulunduk yeryüzünün ezgileri aracılığıyla, hepsi bu...

8 Eylül 2013 Pazar

İstanbul'un 2020 Olimpiyat Macerasının Ardından

Açıkçası 2020 Olimpiyatları'nın kaybedilmesine ne yazık ki "üzülemeyen" kesimdenim. Bir yanım Olimpizme ve Spor'a aşkla bağlı olduğundan, bir 4 sene daha bu organizasyonu ülkesinde izleyemeceği için burukluk yaşarken, diğer yanım ülkemizin siyasal, iktisadi ve sosyal konjonktürünü göz önünde bulundurup bu başarısızlığı olumlu olarak karşılıyor.

Meselemizin siyasal gelişmelerle çokça bağlantısı vardır, doğrudur. Özellikle ülkemizin son 3 ayda hem içeride hem dışarıda yaşadıkları, içinde bulunduğu durum hepimizin malumudur. Ancak, bizim her ne kadar bu "özel" durumlarımız var ise, rakiplerimizin de özel durumları mevcuttur. Ülke içinde ve çevre coğrafyada yaşanan gelişmeler kadar, Japonya'daki Fukushima Nükleer Santrali'ndeki problem ve İspanya'nın yaşadığı ekonomik buhran da gayet hatrı sayılır özel durumlardır. Ancak adaylık sürecini sadece bu eksende değerlendirmek oldukça yersizdir. Sadece işin teknik kısmı ile karşımıza çok büyük bir problem olarak çıkmakta ve bugüne kadarki en başarılı hazırlık sürecimizde bile bunu aşamadığımız gerçeği vardır.

Ne yazıktır ki, tam 20 senedir Olimpiyatlara adayız ve 20 senedir IOC karşısına vaatlerle çıkmaktayız. Bu 20 senelik süreçte kayda değer hiçbir altyapı gelişimi sağlayamadığımız gerçeği karşımızda duvar gibi dikilmektedir. Pekala 20 senede İstanbul'da bazı şeylerin geliştiği aşikardır, ancak böyle bir ortamda kendimizle değil, gelişimini, altyapı eksikliklerini tamamlamış şehirlerle yarışmaktayız. Pek tabii böyle bir durumda, Tokyo'ya 60'a 36 gibi bir sonuçla kaybetmemiz kadar da doğal bir sonuç olamaz. Kaldı ki, altyapısı gayet düzenli olan Madrid'in içinde bulunduğu bu zor iktisadi koşullara rağmen bile, kendilerini ilk oylamada saf dışı bırakacak kadar bile argümanları ve ikna ediciliği kuvvetli değiliz.

Sadece işin vizyon kısmında bile son derece geri kaldığımızı düşünüyorum. Tokyo'nun evsahipliğinin açıklanmasının hemen ardından başta dünyanın önde gelen mimarlık dergileri, siteleri olmak üzere pek çok platformda haber direkt olarak " Zaha Hadid'in Stadyumu Olimpiyata Evsahipliği Yapacak" şeklinde aktarıldı. Bizim ise çok öne çıkardığımız Boğaz'ın kenarındaki Seramoni Stadımız başta olmak üzere ne projelerimizin mimarı belli ne de hazırladığımız projelerde bir özgünlük bulunmakta. Buna karşın Tokyo'nun 1964 Olimpiyatları için inşaa ettiği pek çok mekan, başta mimarlık olmak üzere birçok camiada hala heyecan uyandırmakta - ki bu mekanların bir kısmını 2020 Olimpiyatları'nda da kullanacaklar.

Bir diğer önemli mesele ise, ülkemizin spor kültürü. Ne üzücüdür ki ülkemiz herhangi bir konuda spor kültürü sahibi değil. Hatta öyle ki bu yaz düzenlediğimiz FIFA U20 Dünya Şampiyonası'ndaki boş tribünlerin ardından, futbolu seviyoruz da diyemiyorum. Futbol da "gergin" halkımızın gerilimini azaltmak için seçtiği, ve bu amaca uymasına da çanak tutulan bir branş haline geldi. Pekala bazı ilgi çeken branşlarda belli bir seyirci potansiyeli yaratabiliriz. Ancak aklıma ilk olarak gelen "Çim Hokeyi" müsabakalarını herhalde ben ve sponsor biletli hariç yurdum vatandaşı 10 kişi ancak izlemeye gideriz. Bizim bir yanda böyle bir handikapımız varken, karşımıza rakip aldığımız Japonya ise sık sık Atletizm, Voleybol, Futbol vb. müsabakaları düzenleyip, çoğu turnuvayı da dolu tribünlerle izleyen bir ülke. Pek tabii böyle bir ülkenin IOC ve Sponsorlar açısından ne derece cazip olduğunu da söylemeye gerek yok.

Ülkemizde gereksiz bulduğum ödül yönetmelikleriyle dopinge özendirip, ardından da bu sporcuları dopingle mücadeleyle ortaya çıkarıp cezalandırmaya çalışmamızın da ne derece çelişik olduğu malumdur. Doping bir yana dursun, ülke sporundaki her türlü ırkçı eylem, şike vb. teşebbüslerini de örtbas etmeye çalıştığımız, Uluslararası kurumlarca sıkça cezalandırıldığımız bir ortamda da bu konudan ötürü sahip olduğumuz negatif izledim de ortadadır.

Kişisel tahminlerim odur ki 2020 adaylık sürecinden de başarısız ayrıldıktan sonra 2032'ye kadar ciddi şansımız olmayacaktır. 2024'de Olimpiyatları Avrupa'ya döndürerek muhtemel adaylığında Paris'e vereceklerdir, zira 1924 Paris Yaz Olimpiyatları'nın 100. yılı olması gibi bir vesilesi var ve böyle sembolik seçimleri çok severler. 2028'de ise kuvvetle muhtemel ABD artık olimpiyatı alacaktır. 32 sene olimpiyat düzenleyememek onlar için çok uzun bir süre. Bazı platformlarda Washington DC'nin adaylığı ve çoktan pazarlıkların başladığı bile konuşulanlar arasında.
2032'ye dek daha demokratik, daha kentli, daha olimpist ve onlarca pozitif "daha ...." olabilir miyiz bilemem. Tek temennim herşeyine rağmen sevdiğim, bağlandığım bu şehirde bir gün Olimpiyat izleyebilmek.

Sevgiler.

14 Haziran 2013 Cuma

Gezi Parkı'nda Sokak Çocukları'na Yönelik İnisiyatif Oluşturulması

Gezi Parkı'na hangi gözle bakarsak bakalım, ortaya konmuş birşey var ki o da iyi niyetli insanların oluşturduğu bir yaşam düzeni.

Her ne kadar belirsizlikler sürse de Gezi Parkı'nın bu halinin sonsuza dek kalmayacağı aşikardı. Günlerdir hem gözlerimizin şahitlik ettiği hem de bizzat arkadaşlarımızdan, sosyal medyadan vs. duyduğumuz üzere, ciddi sayıda sokak çocuğu hatta daha yukarı yaşlara sahip olanlarda olduğu için genelleyebileceğimiz sokak insanları, günlerdir Gezi Parkı'nda karınlarını doyuruyor, güven içinde - nispeten - uyuyor , hatta insanlarla diyaloga girerek yalnızlıklarını unutuyorlardı. Pek tabii kendileri de bu durumun sürmeyeceğini bildikleri için parktaki kimselere bu durumun sona ereceğiyle ilgili üzüntülerini dile getirmekteydiler.


Gezi Parkı'ndaki insanlar pek çok konuda ortak duygulara, görüşlere sahip oldu, pek çok konuda inisiyatif aldı. Düşünüyoruz ki çevrecilik ve şehir kültürü kaygılarıyla meydana gelmiş bu güzel hareketin de hatırası olacak biçimde,şehrin önemli öğelerinden olan bu sokak insanları için bir sığınma evi, rehabilitasyon evi adına her ne dersek diyelim, onlara hizmet edebilecek bir yapıyı meydana getirmek bu anlayışa çok yakışırdı.
   
Pek çok farklı örnek verilebileceği üzere, bizim aklımıza ilk gelenler olarak, ÇABA Derneği'nin buna benzer bir uygulaması Ayvansaray'da var.( http://www.cabaturkiye.com/ ) Yine Bilgi Üniversitesi himayesinde çalışan Tarlabaşı Toplum Merkezi buna benzer bir görev üstlenmekte. ( http://www.tarlabasi.org/ ) . Bir benzeri oluşum olarak Koruncuk da bulunmakta. (http://www.koruncuk.org/)
Yine Fransa'da (yanılmıyorsam adı Emmaus olacaktı) sokak insanlarına konaklama, gıda başta olmak üzere iş bile sağlayan bize örnek olabilecek güzel oluşumlar var. Pek tabii İsveç, Almanya olmak üzere pek çok ülkede bu tür amaçlar üzerine kurulmuş örnek alınabilecek çokça kurum var.
   
Açıkçası, varolan yerlere mi bu desteği yöneltmek daha doğru olur, ya da ilk savunduğumuz gibi yeni bir yer yaptırmak mı bilmiyoruz.Ancak, Gezi Parkı meselesine duyarlılık göstermiş binlerce kişinin, sanatçıların, STK'ların böyle bir projeye koşulsuz destek vereceklerini düşünüyoruz.
   
Eğer siz de bizimle fikirlerinizi paylaşabilirseniz, irtibatınız olan, bu konuda bize yardımcı olabilecek kişilere dillendirebilirseniz, böyle bir projeye sizlerle önayak olmaktan mutluluk duyarız.

24 Eylül 2012 Pazartesi

Bilinçaltına Çapraz Sorgu - Hassan Khan Retrospektifi

Oldum olası multi-disipliner kombine sanatçıları sevdim. Ancak şahsi kanaatim şudur ki multi-disipliner anlayışla sanat icra ederken mesele monoton olmakta değil, disiplinleri doğru sentezleyebilmekte. İşte tam burada Hassan Khan, SALT'ın SALT Beyoğlu'nda düzenlediği retrospektif sergisinde karşımıza çıkıyor.

Hassan Khan, insanoğlunun medeniyeti boyunca yarattığı içsel sorunsalları ve hem bireysel hem toplumsal dışavurumları Yerellik ve Evrensellik çerçevesinde karşımıza Müzik ile sentezleyerek bizlere sunuyor. Bunları sunarkende monotonluktan sıyrılmış bir şekilde, tam da aksi doğrultuda bizleri çapraz ateşe tutarcasına bunu yapıyor.

Özellikle gözlemlemenin önemine değinircesine ortaya çıkardığı The Hidden Location (2004) adını taşıyan "Dört-Kanallı" video çalışmasında, biz seyircileri hatta doğru tabirle gözlemcileri bir detay avına ve yorumlama macerasına sürüklüyor. Tüm bunlar olurken de videodaki gözlemleme deneyimleriyle kendi gözlemlerimizi kıyaslama imkanı dunuyor.

Hassan Khan tüm bu sentezleme sürecinde Şaabi müziğini kullanarak bizleri yerellik etkisinin altına almayı ihmal etmiyor. Jewel(2010) isimli video çalışmasında medeniyetin gelişme sürecindeki algı değişikliklerini bize iki insanın içgüdüsel basit dansının aslında tarihi yorumlama sürecinde ne derece kompleks olduğunu hatırlatıyor.

Sergideki Alphabet Books ve Diagrams gibi çalışmaları başta olmak üzere tüm öğelerde imgelerarası bir yolculuğa çıkıyoruz. Hassan Khan'ın derdini imgelerle anlatma çabası gütmemesine rağmen, serginin genelinde oluşan "çapraz ateş"-"çapraz sorgu-lama" eksenli hava içerisinde tüm yorumlamalarımızı bu doğrultuya istemsizce taşıyoruz.

Hassan Khan sergisi 6 Ocak 2013 tarihine kadar açık ve SALT'ın oluşturduğu gayet yoğun bir yorumlamalar-atölyeler programına sahip. Bence son zamanların en iyi Retrospektif çalışmalarından biri, mutlaka ziyaret edilmesini öneririm.

6 Eylül 2012 Perşembe

Büyük Sorgucular

"Herkes, maddi ilerlemenin insana mutluluk getirmeyeceğini biliyor. Gene de çılgınlar gibi onun 'kazançları'nı artırmaya çalışıyoruz. Bu konuda o kadar ilerledik ki Stalker'da belirtildiği gibi, içinde yaşadığımız zaman aslında gelecekle çakışıyor; yani, şimdiki zamanın içinde yakın gelecekte meydana gelecek önüne geçilmez bir felaketin bütün önkoşulları mevcut. Hepimiz bunu hissediyor, gene de önüne geçip bunu durduramıyoruz."

Andrei Tarkovsky 1985'te yayınlanan "Mühürlenmiş Zaman" kitabında böyle söylüyordu. Yazılarıma Tarkovsky'nin düşüncelerini baz alıp başlamayı seviyorum. Zira Stalker, film ve filmin baş karakterinden ziyade benim tabirimce tekno-apokaliptik bir dünya için önümüze sunulmuş bir rol-model.

Tarkovsky'nin tabiriyle; Topluma 'adil' bir düzen verip yüksek bir amaç uğruna örgütleme saplantısına kapılmış 'büyük sorgucular'ın hükmü altında yaşamaya öyle alıştı ki, dünya toplumları kendi 'ideal yaşam' çizgilerinden koparak gitgide önlerine sunulanı izleme batağına saplandılar. En kötüsü de maneviyat diye adlandırdığımız pek çok olguyu ya kaybettiler ya da artık kaybetmenin eşiğine geldiler. Bireysel kayıplar bir yana dursun, en ağır darbeyi alan kısım toplumsal ilişkilerdeki kayıplar oldu.

Topluluklar bugün 'büyük sorgucular'ın hükümlerine boyun eğmiş ve toplum olma benliklerini yitirmiş şekilde günlerini geçirmekteler. Pek tabii insanlığın büyük ütopyaları da bu uğurda yitip gitmekte.

Peki gerçekten dünyamız Victor Jara'nın "Halkla inilmez, çıkılır." düsturunu odak edinmiş liderlerle ütopyasını arama yolculuğuna çıkacak mı ? Hoş aslında bunu 60-80 arası dünyada deneyimlemeye çalışan pek çok halk oldu ama evvela 'büyük sorgucular' yine iş başındaydı.

Esas sorum ise şu, dünyamız ne zaman tam anlamıyla "sosyal" ve "demokrat" olacak ? Sonraki yazılarımda İsveç ve Alman Sosyal Demokrasilerinin deneyimleri ve çözüm arayışları - temel farklılıklarına değinerek, hem günümüz ile bir karşılaştırma hem de olasılıklar üzerine beyin fırtınaları yapacağım.

Görüşmek dileğiyle...